19 Ağustos 2013 Pazartesi

TC dış politikasına "barışçı ve demokratik ilkeler" değil sermayenin emperyalist hırsları yön veriyor

Financial Times'ın bir haberine göre Türkiye üzerinden Suriyeli silahlı "muhalif"lere Katar finansmanıyla şimdiye kadar 3 milyar dolar tutarında silah ve para transferi yapılmıştır. New York Times gazetesinin bir haberine göre ise Katar Suriye'li "muhalif"lere sadece uçaklar dolusu makineli tüfekler vb. yollamakla yetinmiyor, ayrıca Suriye çatışmasında dengeleri değiştirebilecek omuzdan atılabilen füzeler de yolluyor ve bunlar da yine gizli olarak Türkiye üzerinden seçilmiş gruplara yollanıyor:

"Katar'ın Suriyeli isyancıları desteklemek için yürüttüğü gizli faaliyetler, Muammer Kaddafi hükümetini devirmeye çalışan Libya'daki savaşçılara verdiği desteği artırmasıyla başladı. 2008'de Boeing'den aldığı C-17 askeri nakliye uçakları, Katar'ın küresel gizli silah pazarında aktif bir oyuncu olma kapasitesini güçlendirdi. Suriye'nin kuzeyindeki radikal gruplar, kısmen Katar'ın gönderdiği silahlar sayesinde en becerikli muhalif grup haline geldi. Suudi Arabistan kontrolü Katar'ın elinden almaya ve isyancılara yönelik silah sevkiyatının idaresinde daha büyük rol üstlenmeye çalışsa da, yetkililere ve dış uzmanlara göre Katar'ın sevkiyatları sürüyor. En büyük endişe kaynağı, Katar'ın sene başından beri Suriye'ye gönderdiği omuzdan atılan füzeler. Şubat'ta internete koyulan videolarda, daha önceki çatışmalarda rastlanmayan ve Suriye hükümetinin elinde olduğu bilinmeyen Çin yapımı füzeler kullanan isyancılar görüldü. Batılı yetkililer ile isyancılar sayıları birkaç düzineyi geçmeyen bu füzelerin, bunları bilinmeyen bir satıcıdan alarak Türkiye'ye getiren Katar tarafından gönderildiğini söyledi. Füzeler ilk olarak, Özgür Suriye Ordusu bayrağı altında savaşan grupların elinde görüldü. Bu da füzelerin, en azından başlangıçta, radikallere veya El Kaide bağlantılı gruplara değil ABD'nin desteklediği savaşçılara dağıtıldığını gösterdi. Katar'ın sevkiyatlarından dert yanan Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri liderleri, bu ülkenin düşüncesiz stratejisinden şikâyetçi oldu. ABD'li yetkililerin dediğine göre 23 Nisan'da Beyaz Saray'da Şeyh Hamad ile özel bir görüşme yapan Obama, silahların El Kaide'yle bağlantılı El Nusra Cephesi gibi radikal grupların eline geçtiği uyarısında bulundu." (Küçük Katar'dan büyük hamle: Suriye'ye füze sevkiyatı, New York Times türkçe baskısı, 8-7-2013)

Uzun sözün kısası, bölgede hakim bir güç haline gelmek isteyen TC hükümetinin Ortadoğu politikasının üzerinde kurulduğu son şeyler, barışın korunması, ahlaki-demokratik-barışçı ilkeler ve politik tutarlılıktır. Sözkonusu olan büyük güçlerle ve "bölgesel güç" olma peşindeki diğer güçlerle pragmatik ittifakları dışlamayan bir rekabet içinde Ortadoğu'da Türk sermayesinin nüfuzunu mümkün olan her yoldan arttırmaya çalışmaktan ibarettir. Bu politikada ilke ve ahlak üzerine ucuz vaazlar her zaman geriden gelmeye ve ister istemez iğreti kalmaya mahkumdur.

18 Ağustos 2013 Pazar

"%1'e Karşı %99" sloganı zengin ülkeler için ne kadar gerçeğe uygun?

Günümüz emperyalist dünya ekonomisi üzerinde araştırmalar yapan İngiliz araştırmacı Tony Norfield'ın aşağıda bir çevirisi yapmaya çalıştığımız yazısı [yazının orijinal başlığı "%1'e Karşı %99 mu? Yoksa %10'a karşı %50 veya %40  mı?" şeklindedir], "%99'un %1'e karşı mücadelesi" sloganının ABD ve İngiltere gibi en zengin emperyalist ülkeler için ne ölçüde gerçeğe uygun olduğunu sorgulamaktadır. Türkiye gibi görece yoksul ülkeler için hali vakti yerinde sayılabilecek yani bu sistemde "zincirlerinden başka" kaybedecek pek çok şeye sahip olan kesimlerin tartışmasız şekilde daha az olduğu, dolayısıyla en zengin kesime karşı %40 veya %50'den daha büyük bir ezilen ve sömürülen kesimden (nüfusun ezici çoğunluğundan) söz edilebileceği açıksa da, "%1'e karşı %99" gibi çıkarları mevcut sistemin korunmasından yana olan önemli mülk sahibi nüfus kesimlerini görmezden gelen aşırı abartılı bir sloganın Türkiye gibi ülkeler için de oldukça yanıltıcı ve gerçekten uzak olduğunu belirmek gerekir.  - Kom-inform. 

“%1’e karşı %99” ifadesi bize neyi anlatıyor? Birincisi, bu ifade belli bir toplumda gelir seviyesi veya zenginlik bakımından %1’lik en üst kesimle bunun altında kalan %99’luk kesim arasında net bir bölünme çizgisi olduğunu varsaymaktadır. İkincisi, bu %1’içinde olanlarla %99 içinde olanlar arasında bir politik dünya görüşü farkı olduğunu varsaymaktadır. Üçüncüsü, bu sloganı kullananların çoğu belli bir ülkenin içindeki gelir dağılımı ne olursa olsun dünyada ülkeler arasında net bir gelir ve zenginlik hiyerarşisi olduğunu görmezlikten geliyorlar.

Burada birinci sorunla ilgili bazı bilgiler sunmakla yetineceğim. İkinci varsayım sadece şunu hatırlatmakla çürütülebilir ki, insanların politik dünya görüşleriyle yaşadıkları ülkenin gelir ve zenginlik dağılım tabloları içindeki konumları arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Özellikle zengin ülkelerdeki insanlar, toplumun en yüksek gelir ve zenginlik katmanlarında yer almasalar bile, emperyalist yanlısı görüşlere sahip olabilmekte hatta emperyalist savaşlara destek verebilmektedir. Üçüncü sorunu diğer makalelerimde inceliyorum.

Zengin ülkelere ait istatistikler bu ülkelerdeki en zengin insanların oluşturduğu küçük bir tabakanın toplumun diğer kesimlerinin gelir ve zenginliğini kat be kat aştığını göstermektedir. Dolayısıyla en tepedeki 1 gerçekten de iyi tanımlanmış ayrı bir grubu oluşturuyormuş gibi görünmektedir. Ancak istatistik veriler daha ayrıntılı olarak incelendiğinde farklı bir tablo ortaya koymaktadır. Burada verdiğim örnekler ABD’deki ve Birleşik Krallık’taki finansal varlık sahipliğine odaklanmaktadır. Buna göre bu ülkelerde yalnızca “en zengin”ler değil, ama aynı zamanda milyonlarca insan, ya doğrudan ya da daha yaygın olarak tasarruf planları, hayat sigortaları ve emeklilik programları biçiminde dolaylı şekilde bu tür finansan varlıklara sahip bulunmaktadır.

ABD İstatistik Bürosu’nun 2007 verilerine göre:

- ABD’li ailelerin gelir dağılımına göre %80-90’lık bölümünün sahip olduğu hisse senetlerinin ortalama değeri 62.000 dolardır ve bunun en tepedeki %10’luk kesiminin aynı türden varlıklarının ortalaması 219.000 dolardır.

- Buna karşın, alilelerin %40-60’lık bir diliminin hisse senetlerinin ortalaması 18.000 dolardan azdır; yüzde 20-40’lık bir diliminin ise 9.000 dolardan azdır.

Bu istatistiklerde yalnızca hisse senedi sahibi aileler dikkate alınmıştır, ancak ABD hanehalkının yalnızca yarısı bu tür varlıklara sahiptir, dolayısıyla ABD’nin toplam nüfusu 300 milyon kişiden olduğuna göre bu ailelerin %20’si 30 milyon kişi ve en tepedeki %10’u ise 15 milyon kişiden oluşmaktadır. Bu rakamlar, özellikle yüksek gelirli gruplar için toplamı kayda değer ölçüde yükseltebilecek, bonolar, emeklilik maaşları gibi diğer varlıkları hesaba katmamaktadır.

Birleşik Krallık [İngiltere] nüfusuna dair bir dizi istatistik ise şu olguları ortaya koymaktadır:

- 2005’te doğrudan veya yatırım fonu [mutual fond] biçiminde hisse senedi sahibi olanlar BK nüfusunun yüzde 15’ini oluşturmaktadır.

- 2010 sonu itibariyle, BK’ta toplam hisse senetleri değerinin %11.5’unu bireyler elinde tutmaktadır, yatırım fonlarını dışarda bırakan bu miktarın toplam değeri 204.5 milyar poundtur.

- 2008-2010 BK hanehalkı net finansal varlıklar tahminine göre, nakit tasarruflar dahil, bono ve hisse senedi varlıkları eksi finansal borçlar (mortgagelar hariç), 44.200 poundluk bir eğim göstermektedir.

- Bunun dağılımı dramatik şekilde eğilimlidir, ve ortalama hanehalkı zenginliği yalnızca 6.600 pounddur, ama ayrıntıları incelemek öğretici olacaktır.

- Hanehalklarının neredeyse dörtte biri sıfır veya eksi finansal zenginliğe sahiptir, hanehalklarının yarısı sıfırdan 50.000 pounda kadar, %9’u 50.000 ila 100.000 pounda ve %12’si ise 100.000 pound’dan daha fazla finansal zenginliğe sahiptir.

Bu sayılar da, ABD’yle ilgili verdiğimiz sayılarda olduğu gibi, bireylerin emeklilik fonları biçiminde sahip oldukları önemli miktarlardaki hisse senedi ve bonoları hesaba katmamaktadır, ki BK’da finansal zenginlik hanehalkı zenginliğinin yalnızca %11’ini oluştururken, bu türden varlıklar hanehalkı zenginliğinin %39’unu oluşturmaktadır. Hanehalkı zenginliğinin bir diğer %39’luk bölümü mülk sahipliğinden oluşmaktadır ki bunun %68’i kendi oturduğu eve sahip olanlardır.

Sonuç olarak, %1’e karşı %99 sloganını kullananlar bunu %30 tamamen züğürt kesim, %50-60’lık hali vakti yerinde kesim ve %10-20’lik en zengin kesim şeklinde revize etmeyi gözden geçirmeliler. Bu ikinci hesabın pek de çekici olduğu söylenemez ama günümüz kapitalist dünya ekonomisinin gerçeklerinden söz etmek isteyenlerin bu gerçekleri incelemeye de biraz zahmet etmeleri beklenir.

Tony Norfield, 17 Haziran 2013

çeviri: Kom-inform

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Eşitsizlikler Ülkesi Türkiye

Türkiye tüm OECD ülkeleri içinde;

Gelir dağılımı eşitsizliğinde 4.,

Çocuk ölümlerinde 1.,

Çocuk yoksulluğunda 1. sırada.


Grafiği büyütmek için üzerine tıklayın.

28 Haziran 2013 Cuma

Gitti Askeri EMASYA, Geldi "Sivil EMASYA"!


2010 Şubat'ında demokratikleşme yolunda tarihi bir adım denilerek büyük tantanalarla kaldırılan EMASYA protokolünün "Gezi olayları"yla başlayan ve tüm ülkeye yayılan direniş hareketinden sonra yeniden yürürlüğe sokulduğu iddia edildi.

Yeni protokol "İl İdaresi Kanunu'na göre valilerin toplumsal olayları kendi güçleriyle bastıramadığı takdirde, en yakın garnizondan, TSK'dan yardım istemesine ilişkin esasları kapsıyor".

Ancak İçişleri Bakanı Güler'in açıklamasına bakılırsa; bu EMASYA değil, geçmişte buna EMASYA denmiş olabilir ama bu EMASYA değil, başka bir şey. Güler'e göre yeni protokolün yürürlüğe girmesinin son olaylarla da ilgisi yoktur, protokol olaylardan önce, 18 Nisan'da Genelkurmay ve İçişleri bakanlığı arasında imzalanarak yürürlüğe girmiştir. Kimi hükümet organlarında ise yeni protokol "sivil EMASYA" olarak adlandırılmaktadır.

Adı ve yürürülüğe girme tarihi ne olursa olsun, kesin olan şey yeni protokolün de aynı eskisi gibi halka karşı faşist darbe dönemlerinde uygulanan türden halka karşı sistematik bir karşı-ayaklanma, halka karşı savaş planı niteliğinde olmasıdır. 

Peki EMASYA nereden çıkmıştı? Böyle bir protokol yapılmasına neden olan olay neydi?  

Bunun ipucunu Emekli Tuğgenerel Haldun Solmaztürk ise Tvnet kanalındaki 2.2.2010 tarihli canlı olarak yayınlanan "Bakış Açısı" programındaki şu açıklamarında bulabiliriz:

"Bakınız buraya EMASYA'yı tartışmaya geldik, 28 Şubat'taki olayın silahlı kuvvetlerin iç tehdit algılamasıyla ilgisi yok... EMASYA çerçevesinde sözü edilen iç tehdit böyle bir şey değil veya 1. Ordu'da 2003'te yapılan seminerde gündeme gelen ["Balyoz planı"nın tartışıldığı iddia edilen seminer kastediliyor] silahlı kuvvetlerin iç tehdit algılaması bambaşka bir şey. Bakınız, '60'lı yıllarda, ya '66 ya '67 olacak, İzmit'ten büyük işçi grupları anayolu, yani İzmit-İstanbul yolunu kullanarak İstanbul'a yürüdü. O zaman Kartal'daki Zırhlı Tugay o anayola çıktı ve bunu durdurmaya çalıştı. İşçiler tankların üzerinden yürüyüp geçtiler!... Sonra bu işçi grupları Kadıköy'e girdiler [programın diğer bir konuğu "70'te oldu o olaylar" diye düzeltiyor, Solmaztürk "evet yanılıyor olabilirim, o dönemler" diyor]. İşte o zaman EMASYA birlikleri görevlendirildi. Hiç unutmuyorum o gün gibi gözlerimin önündedir. İşçiler sopalarla askerleri kovaladılar! Yani elinde süngülü tüfekler olan askerleri sopalarla kovaladılar. Çil yavrusu gibi dağıttılar. Şimdi bunlar oldu, bunlar yaşandı. Ve bunların herbirinde de kolluk kuvvetleri yetersiz kaldı ve silahlı kuvvetler davet edildi. Fakat silahlı kuvvetler hazırlıksız olduğu için, klasik dış düşmanla konvansiyonel bir savaşa hazır olduğu, eğitimi, teçhizatı, doktrini buna göre olduğu için silahlı kuvvetler yetersiz kaldı. İşte buna bir tedbir olarak dendi ki, biz buna hazır olalım. Eğitimimizle, teçhizatımızla ve en önemlisi mülki amirlerle ve diğer kolluk kuvvetleriyle birlikte bu işi nasıl yapacağız. Bunu daha önceden planlayalım, çalışalım, kağıda dökelim, kim kimden emir alacak, örneğin ateş etme yeksini kim verecek vb. bilsin bunları bir kağıda dökelim. İşte EMASYA budur! Yani '97 28 Şubat döneminden önce de EMASYA vardı, şimdi de vardır. EMASYA planlarıyla, EMASYA protokolü birbirine karıştırılıyor. Yüzlerce, binlerce EMASYA planı vardır. Türkiye'de ne kadar il ve ilçe varsa o kadar EMASYA planı vardır. Bunlar düzenli güncelleştirilir. EMASYA protokolü sadece tek bir protokoldür."

Emekli Tuğgeneral'in tarihini doğru hatırlayamadığı ama yaşadığı dehşeti o anki gibi hatırladığı bu olaylar Türkiye işçi sınıfı tarihindeki en önemli kitlesel eylemlerin yaşandığı iki gün olan 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi'dir.

İçişleri Bakanı Güler de, yeni protokolün ismi yok mu? sorusuna aynen şöyle yanıt veriyor:

"(İl İdaresi Kanunu'nun 11. maddesinde belirtilen esaslar) demek lazım. Genelkurmay Başkanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasında yapılan bir protokol denebilir buna. Kuvveti kim çağıracak, nereden çağıracak, gelen kuvvetin yetkisi ne olacak, süresi ne olacak, kim koordine edecek? Bunlarla ilgili bilgiler tabii ki protokolde olacak." 
Anlaşılan son gelişmeler birilerine tarihsel korkularını hatırlamıştır.

Balyoz darbe planları, 12 Eylül'ün Bayrak planları, il il, ilçe ilçe yapılan EMASYA planları, hepsi de esas olarak 15-16 Haziranlar gibi, egemen sınıfları, onun emrindeki silahlı-silahsız büroksayi dehşete düşüren tarihsel önemdeki kitlesel eylemleri hangi sınıf gerçekleştirmişse ve bundan sonra da o potansiyele hangi sınıf sahipse ona ve sermayenin diktatörlüğüne karşı verilen mücadelede onun safını tutanlara karşıdır. Bir bütün olarak ezilen ve sömürülen emekçi yığınların en ufak kitlesel çıkışlarına karşıdır. Kitleler ne zaman bağımsızca hareket etmeye kalksa egemen çevrelerin "demokrat" maskeleri tereddütsüzce aralanmış, gerçek çehreleri ortaya çıkmıştır. Sermaye devleti durdukça bu tür planlar isimleri değişse de her zaman hazırlanmaya el altında bulundurulmaya devam edecektir.

22 Haziran 2013 Cumartesi

168 yıl önceki Polis Nizamnamesi fiilen hâlâ yürürlükte

Bundan 168 yıl önce, 10 Nisan 1845’te ilan edilen Nizamnamesi’nde, polise işçi sınıfıyla ilgili şu görev verilmişti:

Madde 12: İşini ve gücünü bırakıp, sadece kullara iş bıraktırma amacında olan işçi ve işçi türünden kişilerin cemiyet ve toplantılarını ve gene bunun gibi kamu asayişini bozacak her türlü fitne ve fesat cemiyetlerini dağıtıp yok ederek, ihtilal olayının önünün kesilmesi işine sarılmak ve sürekli bununla uğraşmak.

"Gaz lobisi"ne 8,5 milyon dolar

Altından faiz lobisi değil, gaz lobisi çıktı!
Türkiye, 15 ay içinde ABD'den bedeli 8.5 milyon Dolar'ı bulan gaz bombası ve plastik mermi satın aldı.

Gezi Parkı olaylarında, polisin kullandığı gaz bombalar ve plastik mermileri Türkiye'ye satan ülkeler içinde ABD'nin de olduğu ortaya çıktı.

DHA, ABD'nin Pennsylvania eyaletine bağlı Homer Kenti'nde bulunan bir Amerikan şirketinin Türkiye'ye sattığı gaz bombaları ve plastik mermilerin satış belgelerine ulaştı. 'Nonlethal Technologies' adlı Amerikan şirketi, Ekim 2011 ile Aralık 2012 tarihleri arasında geçen 15 aylık sürede, Türkiye'ye yaklaşık 8.5 milyon Dolar'lık gaz bombası, plastik mermi ve bunları ateşlemeye uygun silah sattı.

Türkiye en iyi müşterisi

Belgelere göre Türkiye, 'Nonlethal Technologies' adlı kimyasal silah ve plastik mermi üreten Amerikan şirketinin en iyi müşterileri arasında en üst sırada. Şirket, Ekim 2011 ile Aralık 2012 tarihleri arasında, Çin Halk Cumhuriyeti'ne 380 bin, Panama'ya 80 bin, Şili'ye de 43 bin Dolar'lık gaz bombası ve plastik mermi satışı yaptı. Ancak, Türkiye'nin gaz bombası ve plastik mermi için harcadığı para, öteki ülkelerle kıyaslanamayacak kadar çok. Türkiye'nin, 15 aylık dönemde gaz bombaları ve plastik mermiler için şirkete ödediği para tam olarak 8 milyon 396 bin 992 Dolar. Gaz bombası, plastik mermiler gibi 'ölümcül olmayan silah' olarak adlandırılan, kalıcı sağlık sorunlarına yol açtıkları gibi ölümlere de yol açtığı bilinen silahlar, genellikle tüm dünyada kolluk güçlerinin güvenliğinin sağlanmasında, gösteri ve yürüyüşlerin dağıtılmasında kullanılıyor. Bu silahların sayısında ve çeşitlerinde sürekli bir artış görülürken, bunların geliştirilip yaygın kullanıma teşvik edildiği ABD'de, bu silahlar için büyük bir lobi faaliyeti yürütülüyor.

Kaynak: www.muhalifgazete.com

Cinsel istismar 5 yılda 7 kat arttı

Bingöl’de tecavüzcülerin salındığı vahşetin ardından CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu, çocukların cinsel istismar ve saldırılardan korunması için tedbirlerin alınması amacıyla mecliste komisyon kurulmasını istedi.

Tanrıkulu ve arkadaşları tarafından TBMM Başkanlığına sunulan araştırma önergesinde, çocukların cinsel istismar ve saldırılardan korunması için alınması gereken tedbirlerin belirlenmesi amacıyla Meclis araştırması açılması gerektiği belirtildi. Önergenin gerekçesinde, Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre Türk Ceza Kanunu’nun, içinde çocuklara yönelik tecavüz eylemine de yer verilen, “Çocukların cinsel istismarı” başlıklı 103. maddesi çerçevesinde açılan dava sayısının 2006 yılında 2 bin 414 iken, 2011 yılında 16 bin 827’ye yükseldiği, 2006’dan 2011’e, yüzde 697’lik bir artışın söz konusu olduğu kaydedildi.

MAĞDURLAR ÇOĞUNLUKLA ÇOCUK

Gerekçede, TCK’nın 102. maddesinde ayrıca düzenlenen tecavüz suçu nedeniyle açılan davaların sayısının 2006 yılında 4 bin 419 iken, 2011 yılında 10 bin 726’ya; TCK’nın 105. maddesinde düzenlenen cinsel taciz suçu nedeniyle açılan davaların sayısının ise 2006’da 6 bin 244 iken, 2011 yılında 12 bin 729’a yükseldiği belirtilerek, “Bu tür suçların yüzde 70’inin çocuklara yönelik olduğu bilinmektedir” denildi.

“Yılda en az 17 bin dolayında çocuğumuz cinsel istismara ve saldırıya uğrarken hükümetin ve ilgili bakanlığın ne yaptığı, hangi işle meşgul olduğu büyük bir merak konusudur” denilen gerekçede, cinsel saldırılara karşı gereken tedbirleri almamanın bu büyük insanlık suçuna göz yummak anlamına geldiği belirtildi.

Kaynak: Yurt Gazetesi, 21 Haziran 2013